28 Eylül 2006

Yollardayım

İki post önceki koşturmanın bittiğini sanıyorsanır yanılıyorsunuz.

Burcu'nun ve Can'ın burada olmadığı haftada gecelere kadar çalıştım. Akşamları eve geldim. Kimseyi arayıp sorma fırsatım olmadı. Cuma günü annem Ankara'dan sırf Can'ı getirmek için bir günlüğüne İstanbul'a geldi. Torunun kıymetli olma durumu bu olsa gerek. Can otobüsten direk kucağıma atladı. İnsanın oğlunun sıcaklığını hissetmesi bu olsa gerek. Sonra da hepberaber Burcu'yu karşılamaya gittik. Gitmişken teyzeme de uğrayalım dedik ama sağolsun cuma akşamı istanbul trafiği sayesinde sadece yarım saat oturup havaalanına gittik. Gece yarısına doğru Burcu geldi.

Cumartesi öğlen annemi Ankara'ya uğurladıktan sonra hep beraber "Arabalar" filmine gittik. Animasyon olayı abartmış. Seyredecel olursanız detaylara dikkat edin derim. Pixar ortaklığı sonrası Walt Disney eskisi gibi iki boyutlu harika klasik çizgi flimler üretmese de, üç boyutlu filimlerle gereksiz teknoloji meraklılarını (benim gibi) keyiflendiriyor.

Pazar evde pinek, ramazanın ilk günü, Burcu'nun hazırladığı ilk iftar, TV'de haftanın maçları ve erkenden uyku.

Pazartesi sabah sahur için kalktım. Eşyalarımı da hazırladım. Bu hafta da ben pazartesiden beri Almanya'dayım. Yarın akşam üstü döneceğim. Umarım bu hafta bişiiler çıkmazda hep beraber evde üstüste üç-dört gün geçirebiliriz.
Devamını okumak için...

21 Eylül 2006

İstiklal Marşı ne zaman yazıldı?

Günlerdir ısrarla google'da İstiklal Marşı'nın ne zaman yazıldığını araştıran ve bunu benim sayfamda bulacağını düşünen arkadaşların yoğun taleplerine dayanamadım:

TBMM 1920 yılı sonlarında bir şiir yarışması açılıyor. Katılımcılara 6 ay süre veriliyor. Yarışmaya tam 724 şiir gönderiliyor. içlerinden 6 şiir elemeyi geçip Meclis Matbaası tarafından bastırılıyor ve milletvekillerine dağıtılıyor. Büyük ihtimalle beğenilmediklerinden Mehmet Akif Ersoy'dan da bir şiir isteniyor. Değerlendirme sonucunda 12 Mart 1921 de İstiklal Marşı şiiri kabul ediliyor. Ersoy da ödülü reddediyor.

Şiirin bestesi için de bir yarışma açılıyor. 1924 yılında Ali Rıfat Çağatay'ın bestesi kabul ediliyor. 1930 yılında ise Zeki Üngör'ün bugün de okunan bestesi ilkinin yerine geçiyor.

İlk marş yakında burada (Podcast olayını haftasonu becereceğim inşallah). İlgili wikipedia sayfası.
Devamını okumak için...

Uzun süredir yazamadım

Gene bir koşturmadır gidiyo. Size geçen hafta sonundan itibaren neler yaptık, kimler nerelere gitti geldi, hala nerelerde ve hatta daha nerelere gidecek bir anlatayım. Sonra siz karar verin bu koşturmacada blog yazılır mı yazılmaz mı diye.

Geçen hafta cuma günü Burcu'nun işyerinde yeni yerleşim için tadilat olduğundan işe gitmedi. Ben de öğleden sonra izin alarak eve geldim. Can'ın siparişi Lazanya'yı (annem o kadar malzemeyi neye koyarsan güzel olur diyo) yedikten sonra Can'ı evde Ayşe Hanımla bırakıp Burcu ile beraber caddede dolaştık. Uzun bir aradan sonra çocuk filmi olmayan bir film izledik. Oturup sohbet ettik. (Fırtına öncesi sessizlik) İstanbul'da çoktandır birbirimize böyle vakit ayırmamıştık. İyi geldi.
Cumartesi sabah kahvaltısında misafirlerimiz vardı. Erkenden bizde oldular. Çoluk çocuk hep beraber kahvaltı edip (bu arada biri 4 diğeri 3,5 yaşındaki iki canavardan bahsediyorum) Polonez Köyün ilerisindeki Cumhuriyetköy'de at binmek üzere yola çıktık. Üç kişi saat onbirden öğleden sonra ikiye kadar Cengiz hocadan ders aldık. Hoca'ya "Benim internette bi sayfam var. Onun için sizinle röpörtaj yapabilir miyiz?" diye sordum. O da önemli bişii sanmış olacak ki, "Atlarla beraber foroğraflar çekeriz. Yapacağımız zaman önceden haber ver." dedi. Bakalım, ilginç olacaktır diye düşünüyorum. Dersten sonra hocanın tavsiyesiyle Alemdağ yolunda Atevi adında binicilik malzemeleri satan biyeri aramaya başladık. Benim aslında beni pek hayal kırıklığına uğratmayan yön bilgim sayesinde 1 saatte ancak bulabildik. Aklımızdan "hani ucuz falan olursa alalım birer pantolon çizme falan" diye geçiyordu. Fiyatlarını görünce pek bir eğlendik. "O paraya at alınır yav". Eve gelip süper mahalle pidecisinin lahmacunlarını önce limonlayıp sonrada beraberinde gelen garnitürleri içine sarıp güzelce mideye indirdik. Eşlerimizin pek sevgilisi Playstation 'da ralli oyunununda hakkını verdikten sonra misafirleri uğurladık.
Akşam Fenerbahçe'nin maçı olduğundan ve arkasından işyerindeki yöneticim ve eşi ile buluşacağımızdan Can'ı Ayşe Teyzeye götürdüm. Oradan da Şükrü Saraçoğluna yetiştim. Macın sıkıcı 60 dakikasından sonra çıktım ve taksi ile kulübün otoparkına gelen Burcu ile buluştuk. (Goller ben çıkınca oldu. Beni bekliyorlarmış.) Oradan da karşıya geçip Ulus29'a gittik. Maçtan sonra yolda giderken Burcu'nun getirdiği bebek popo silme mendilleri ile yarı ıslak bir duş aldım. Pek keyifli ve lezzetli bir yemekten sonra bi de Kartal'a dönüp Can'ı aldık. Yolda Burcu yorgunluktan uyudu. Ben de içilen şarabın ve Burcu üşümesin diye açılan kaloriferin etkisiyle otomatik pilotta gittim. Herhalde saat bir buçuk falan gibi evdeydik.
Pazar günü erkenden kalkıp 08:15 hızlı feribot ile Yalova'ya geçtik. Günü ve hatta geceyi Yalova'da geçirip gece 22:30 gibi bi seferle döndük. Arada kanat, bira, mangal üçlüsünü de aradan çıkarttık.
Haftaiçi yoğun tempo çalışmanın arasında çarşamba günü Aksaray'a günübirlik gittim. (uçakla Konya arabayla Aksaray; akşam arabayla Kayseri (yol üzerinde Asmalı Konak akşam yemeği, Kayseri'den uçakla İstanbul) Perşembe akşamı Fenerbahçe'nin süper Randers maçını stadtan izledim. (100. yılında tüm Fener klasiklerini yaşıyoruz. Bununla ilgili daha sonra yazıcam.) Cuma günü fabrikanın 20. kuruluş yıldönümü kutlamaları vardı. Ayrıca Pazar günü de Hasandağ tırmanışı yapılacaktı. Bu nedenle cuma'dan itibaren haftasonu Aksaray'da geçirdim.
Burcu'nun da perşembe önemli toplantı ve ardından akşam yemeği vardı. Cuma ve Cumartesi çalıştay(workshop) yaptılar. Zaten pazar günü gündüz de bir haftalık eğitim için İsviçre'ye uçtu. Takip edenler bilecektir bizim bi de oğlumuz vardı. Onu da cuma beraberimde Ankara'ya götürdüm. Babane ile Dede havaalanında karşıladılar. Tüm haftayı orada geçirdi. Yarın annemle beraber gelecekler. Geldikten sonra Ankara hikayelerini anlatırım.
Pazar günü Hasandağ'ına çıktım. Ööle kolay söylediğime bakmayın. Ayrıca anlatıcam macerayı.
Pazartesi akşam tekrar İstanbul. Hazır Burcu ve Can yokken diye düşünerek hergün mesaiye kalıyorum.
Araya bi de blog sıkıştıramadım. Kusura bakmayın.( Zaten kim kusura bakacakki, google dan şansına birileri denk gelecek de, sitede kaldıkları 0 (yazıyla sıfır) saniye boyunca bunları okumaya alışık olacaklar da, bi de yazmadım diye kusura bakacaklar :))) peh.)
Aklımdaki konular birikti. Yazılar geliyor. Sağlıcakla.

Devamını okumak için...

11 Eylül 2006

Sınır

İnsan psikolojisi çok ilginç. Stress ve gerginliğin sınırları zorlanınca ilginç tepkiler verebiliyor. Aslında hiçbir nörolojik veya biyolojik problem olmamasına rağmen vücut problem belirtileri gösterebiliyor.

İlk akla gelen tansiyon yükselmesi. Herhalde herkeste oluyordur. Benim yüzüm kulaklarımdan başlayarak kızarır. Devam ederse kalp atışlarımı kafamda hissederim.

Bu tür reaksiyonlar hakkındaki bilgilerime bir yenisini ekledim. Konvertif Reaksiyon. Yada Konversiyon Bozukluğu. İlgili bilgiler burada, burada ve burada.

Aklımızın bize yapabildikleri inanılmaz. Bu nedenle her zaman serin tutulmalı.

Herşeyi çok fazla kafaya takmamak lazım. Hem çok üzülmemek hem de bizi sevenleri üzmemek lazım.
Devamını okumak için...

Ramazan Gelmeden


Pazartesi sabahı e-posta kutumda rakısever sitesi ile ilgili bir mail buldum. Eh haliyle (sosyal seviyede) rakı-sever olduğumuzdan girip bir baktık. Sonra da merak ettim acaba piyasada hangi markaların hangi ürünleri var diye. Aşağıdalki listeyi hazırladım. Bulabildiğim bağlantıları da ekledim.

MEY
Yeni Rakı, Tekirdağ, İzmir Rakısı, Altınbaş, Kulüp, Yekta Rakısı

ELDA
Efe Rakı, Çilingir, Sarı Zeybek

TAT-TARİŞ
Mercan , Fasıl

BURGAZ
Burgaz Rakı, Ata Rakı, Rakı Turka

Neredeyse hepsinde rakı kültürü anlatılıyor, meze ve balık tarifleri veriliyor.

Ramazan gelmeden hatırlatayım dedim. :)

Not: Hepsini tatmasam da favorim Efe'nin yeşil etiketli yaş üzüm rakısı.

Devamını okumak için...

4 Eylül 2006

ABD, Avrupa, Bireysellik ve Dayanışma

Bu yaz hem futbolda hem de basketbolda dünya şampiyonaları seyrettik. Her ikisinde de seyircinin favorisi olan, göze hoş gelen ve estetik oynayan takımlar başarısız oldular.

(Yazıyı burada okumayı kesecek okuyucuya not: Merak etmeyin bu bir spor yorumu -yazısı değil.)

Avrupa şu aralar orta çağdan beri din üzerinde yaptığı beraber davranma durumunu yasalaştırıp Avrupa Birliği çerçevesine oturtmaya çalışıyor. Tarihsel olarak hiçbir zaman bu çerçeve içinde olmayan Türkiye'yi ise hazmetmekte zorlanıyorlar. Diğer yanda ise bireyselliği ülke politikası olarak pompalayan ABD var. Bu tipik davranış şekilleri diğer alanlarda olduğu gibi spor kültüründe de kendisini gösteriyor.

Avrupa'da kollektif, zekaya ve dayanışmaya dayalı takım oyunu oynanıyor. Basketbolda alan savunması yapılıyor. Futbolda hücum oyuncuları dahil tüm takım halinde savunma yapılıyor. Galibiyete giden yolda önce gol-basket yememek esas alınıyor.

ABD'de de ise örneğin NBA'da alan savunması yapmak cezalandırılıyor. Oyun kişisel beceriye dayalı. Seyir zevki yüksek ve estetik bir oyun. Futboldaki benzerliği Brezilya takımı ile kurabiliriz. Her iki milli takım da inanılmaz süper yeteneklerden oluşuyor. Aslında birer pazarlama mucizeleriler. Takım olarak değerlendirildiklerinde ise ortada bir sorun var.

Hem futbol hem de basketbol dünya kupaları finale bile çıkamayan Brezilya ve ABD takımları ile gösterdi ki; takım ne kadar iyi oyunculardan kurulu olursa olsun başarı için gerçekten takım olmak şart.

Bizim başarımızın (ve başarısızlığımızın) sırrı da aslında burada gizli. Galatasaray ancak takım olabildiği yıllarda Avrupa ile boy ölçüşebildi. Milli takımlar da öyle.

Bizim beklentimiz herzaman neydi? Göze hoş gelen estetik bireysel oyunlar.
Peki ya doğruya ulaşmak için biraraya gelmek, ortak tutum ve davranış göstermek konusundaki ihtiyacımız?

Sizce sadece sporda mı?
Devamını okumak için...

2 Eylül 2006

12 cesur yürek

Onbeş günde dokuz maç yapmışlar. Benim seyredebildiğim maçlarda inanılmaz savaştılar. Bugünkü Fransa maçında neredeyse kollarını kaldıracak halleri yoktu. Maça çok kötü başladılar. İlk yarı serbest atış dışında sadece üç yada dört basket atabildiler. İkinci yarıda farkı kapattılar ve fark sadece dört sayıya indi. Ama farkın kapatılmasına hakem izin vermedi. Gene de maçın sonu keyif verdi ve heyecanlandırdı.

Dünya altıncılığı hiç de küçümsenemeyecek bir başarı. Turnuvanın sonuna kadar maç oynayan Milli Takım'a sonsuz teşekkürler.
Devamını okumak için...