29 Aralık 2006

Bayram ve Yeniyıl

Tüm site sakinlerinin bayramlarını ve yeni yıllarını kutlarım.

Bizim yarattığımız çizgisel zaman üzerinde hiçbir anlam ifade etmeyen bitişler ve başlangıçlar herzaman umut yaratıyor insanda.

Yeni yılda herşey herkes için bu yıldan daha iyi olsun.
Devamını okumak için...

23 Kasım 2006

İstanbul Trafiği


İstanbul'un Anadolu yakasında oturup Avrupa yakasında çalışanlardanım.

İstanbul'u seviyorum. Trafiği seviyorum. Hergün saatlerce trafikte vakit geçirmeyi seviyorum.

İşini doğru dürüst yapmayan müteahhitleri kontrol edemeyen belediyeyi seviyorum. Seyrantepe kavşağında servis yollarını açmayı unutan ve inşaata başladıktan sonra şikayet üzerine servis yollarını açan müteahhiti seviyorum. Aynı inşatta çalışan bir (sayıyla 1) işçiyi ve bu işciyi seyreden yedi (sayıyla 7) işçiyi seviyorum.

Uzmanların hesaplarına göre trafikte kaybedilen her bir saatte arabalarımızın egsozlarından dışarı attığımız yıllık 3,5 milyar doları harvurup harman savurmayı seviyorum. Köprülerden toplanılan paranın gişeler nedeniyle oluşan trafik sıkışıklığında havaya savurduğumuz paradan çok çok daha az olmasını ve aslında gişeler ile akaryakıt istasyonlarına ruh ve sinir hastalıkları hastanelerine hizmet ettiğimizi bilmeyi seviyorum.

OGS sayesinde Boğaziçi köprüsünde %11 azalan trafiği buna rağmen OGS kullananların sayısının artmayarak Fatih köprünüse %10 trafik artışı olarak yansımasını seviyorum.

Trafiğe hergün katılan 600 aracı ve İstanbul'daki toplam 2,8 milyon aracı ve bu araçların tüm trafik kurallarına uyan, emniyet şeritlerini ihlal etmeyen, karşısındaki sinyal verince yol veren sürücülerini seviyorum.

İstanbul'u seviyorum. Trafiğini daha çok seviyorum.

Devamını okumak için...

20 Kasım 2006

Fenerbahçe Maçları - FB:BJK


Yazık oldu. Böyle kötü oynayan bir bejiktaş'a karşı galip gelememek çok yazık oldu.
Negatif bir elektrik vardı heryerde. Daha girişte insanlar birbirlerini itiyorlardı. Tribünde hiç alışık olmadığımız şekilde kavgalar çıkıyordu.
Negatif elektrik takımada yansımıştı herhalde; onlarda, özellikle Tümer ve Alex, Fenerbahçe ataklarını rakip oyuncu gibi kesiyorlardı.
En çok üzüldüğüm ise tribünlerin durumuydu. Dün Fenerbahçe taraftarının tribünde bittiği gündür. Koskoca maçta tek bir organize tezahürat yapıl(a)madı. Sarı-lacivert-şampiyon-fener bile sarı da kaldı. 2500 kişilik bjk çarşı 50000 kişilik taraftarı bastırdı. Tek yapabildiğimiz ıslıklamak oldu.
Futbolda taraftar - müşteri ilişkisi üzerinde kafa yorulabilinecek bir konu. Dünkü müşteriler gösteriyi beğenmedi. Desteklemek için seslerini bile çıkarmadılar.
Artık hiçbir maçtan sesim kısılmış gelmiyorum. Eski tribünlerimi geri istiyorum.

Devamını okumak için...

19 Kasım 2006

Broadway'den İstanbul'a Müzikaller

Dün akşam "Broadway'den İstanbul'a Müzikaller"i izlemeye gittik. Gösteri daha önce geçen yaz Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda sergilenmiş. Söylendiğine göre yoğun istek üzerine önce tek gala olarak Bostancı Gösteri Merkezi 'nde gösterilmesi planlanmış ve "Kadın Fonu Yararına" tekrarına karar verilmiş.

Gösteri iki bölüm halinde ünlü müzikallerin bilinen şarkılarından oluşuyor. İlk perdede yabancı müzikaller, ikinci perdede ise Türk müzikaller var. Örnek olarak benim aklımda broadway müzikallerinden My Fair Lady , Wizard Of Oz , Cabaret , Phantom Of The Opera , Cats , Hair , Fiddler On The Roof , West Side Story , Sweet Charity , Les Miserables , Grease ; Türk müzikallerinden ise Hisseli Harikalar Kumpanyası , Lüküs Hayat , Yedi Kocalı Hürmüz , Geceye Selam , Şen Sazın Bülbülleri , Yaygara 70 kaldı.

Sanatçılardan ise Keremcem, Seden Gürel, Sevval Sam, Şehnaz Sam, Barış Berker, Gazi Şeker, Mert Turak, Onur Turan, Selen Uçer sayılabilir. İkinci perdenin sonuna doğru Emel Sayın müzikallerde de yer alan bir şarkısını konuk sanatçı olarak söyledi. Gösterinin finalinde ise Lüküs Hayat vardı. Suna Pekuysal rahatsızlığı nedeniyle katılamamış. Zihni Göktay konuk sanatçı olarak Lüküs hayat şarkılarını söyledi. Tam 22 yıldır her yıl oynanıyormuş Lüküs Hayat.
Bu yılda bir ay boyunca sahnelenecekmiş. İlgililenenlere bilgi.
Yorumlara gelince; gösteri bana biraz amatörce hazırlanmış geldi. Danslarda senkronizasyon hiç yoktu. Sanırım şarkılara çalışmaktan danslara pek vakit kalmamış. İlk perdede güya hoşluk yapmak niyetiyle şarkı aralarına giren arabeskçi esprisi çok başarısızdı. Birara dançılardan biri sandalyenin üzerine çıkarken düştü. Bir başka şarkıda Şevval Sam ile bir dansçı çarpıştı. Kimse sakatlanmadan yada sahneden düşmeden gösteri tamamlansa da rahat bir nefes alsam dediğim bile oldu.
Bu tür durumarda maliyet-etkinlik analizi yaparım. Ben verdiğim paranın kaşılığını aldığımı düşünmüyorum. Diğer bir yandan da üzerinde Haldun Dormen imzası bulunan bir işin bu kadar amatörce sergilenmesi beni çok üzdü.
Olumlu hatırlayacağım tek şey orkestranın performansı olacak.

Devamını okumak için...

17 Kasım 2006

Axcess Kızı


Hafta içinde Atatürk Havalimanında Axcess kartın valesine bıraktığım aracımı alacaktım. Otopark ücretini öderken önümdeki bayanın konuşması tanıdık geldi. Kimdi diye düşünürken baktım, aaa, "axcess kızı". O da arabasını alacak. Görevliler bişiiler anlatmaya çalışıyorlar. Olayı axcess kızı kredi kartını geri aldıktan sonra anladım. Axcess kızı başka bir bankanın, hem de aynı alanda hizmet veren bir bankanın, kredi kartını kullanıyordu. Görevlinin uyarısını da yanlış anlamış olacak ki, reklamlarından alışık olmadığımız bir sinirlilikle kartını alıp hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.

İlgilenenlere "official Özgü Namal website"

Devamını okumak için...

14 Kasım 2006

Geçmiş Oldu

Ameliyatımızı olduk. Benim tahmin ettiğimden daha az sıkıntılı oldu. Artık Can'ın kafası uyurken terlemiyor. Horlaması da geçti. Gece yanına gidip nefes alıyor mu diye kontrol ediyoruz.
Sabah yedide hastanede idik. Rutin kontrol sonrasında eğlenceli bir şurup içirdiler. Koptuğumuz an ise Can'ın "Heeeerrkeseee Alleeyykiimselam" demesi oldu. Ameliyata saat sekiz gibi aldılar. Sanırım toplam bir-birbuçuk saat sürdü. Hemşirenin söylediğine göre ayılırken hiç ağlamamış. Odaya geldikten sonra da hiç ağlamadı. Sadece yatağına yatmak istemedi. Öğle yemeği için dondurmasından bir iki kaşık alınca biraz çıkardı o kadar. Öğleden sonra ise yatağında zıplamayı bıraksın diye bilgisayarda internet üzerinden oyun oynamasına izin verdik.
İlk gece ve daha sonraki geceler hiç bir problem çıkmadı. Çok şükür diyelim. Ben genel narkozdan korkuyordum. Sonunda "Geçmiş oldu." yani. Bakalım hastalıklar devam edecek mi?

Devamını okumak için...

9 Kasım 2006

Can'ın Genizeti


Daha önce de Can'ın bir kaç rahatsızlığından bahsetmiştim. Detaylı incelemeler!! sonucunda aslında hepsinin geniz eti kayaklı olduğu konusunda ikna olduk. Burcu'nun ve kardeşlerinin de geniz etleri küçükken alınmış. Kalıtımsal herhalde.

En son geçen hafta Cumartesi yanda gördüğünüz röntgeni çektirdik. Can da alıştı herhalde. Hastanede her denileni hiç sıkıntı çıkartmadan yerine getiriyor. Dişlerin arkasında kulak boşluğunun ön tarafında geniz etinin hava kanalını nasıl darlaştırdığını görebilirsiniz. Biz de bu röntgeni görünce "tamam ameliyat ettirelim" dedik.

Bir aksilik olmazsa bu cumartesi ameliyat olacağız. Şu an itibariyle biraz nezlesi var. Bakalım; doktor son kontrolden sonra duruma göre erteleyebilir.

İlgilenenlere; genizetine latince "adenoid" ameliyatına da "adenoidektomi" deniyor. Konu ile ilgili detaylı bilgilerere buradan, buradan ve buradan ulaşabilirsiniz. Ameliyatla ilgili bilgi. İngilice çocuk sağlığı. Bir de olması gerektiği durumu gösteren resim.

Devamını okumak için...

5 Kasım 2006

Fenerbahçe Maçları - FB:Gaziantepspor


Yağmurlu ve soğuk İstanbul cuma akşamında biraz da trafikle cebelleşerek Levent abi ile buluştum. Eve uğrayıp üstümü değiştirip 20:00 de başlayan maça işten çıktıktan 3 saat sonra ulaşabildim. (İstanbul'u seviyorum.)

Tribünler soğuk ve cuma akşamı olmasının etkisiyle Fenerbahçe standartlarına göre boştu. Ayrıca Migros tribünüdeki Genç Fenerbahçelilerde anlayamadığım bir gruplaşma vardı. Maç boyunca sadece 5 dakika organize tezahürat olabildi. Umarım Bjk maçına kadar sorunlarını hallederler.

Maça gelince; ilkyarı bence kötü oynadık. Zenga Antep'i İtalyan stili oynatıyor. Ne kendileri oynadılar ne de bizi oynattılar. Tümer'in vermediği paslardan dolayı oyuna küsen Uğur Boral bir de sakatlanınca yerini Ümit Özat'a bıraktı. (Benim defansın solu için tercihim herzaman Uğur'dan yana oldu.) Sonra oyun değişti. Sol kanat işledi ve gol organizasyonların tamamında Ümit hatasız hatta hayatının en iyi maçını oynadı. (Yüzümü kara çıkarttı.)

Bir de Volkan'ın yediği komik bir gol var. Stadta anlamamıştım Volkan'ın neden üstüne gelen topta ters tarafa yattığını. Eve gelip üç beş sefer daha izledim. Hala anlayabilmiş değilim. Bu yeni toplar giderken yön mü değiştiriyor ne?

Boş tribünler, kakafoni şeklindeki teahüratlar ve kısır geçen ilkyarı ikinci yarıda atılan 5 gole rahmen beni olumsuz etkiledi. Bu hafta pek keyif alamadım. Budur.

Devamını okumak için...

4 Kasım 2006

Nescafe "Latte Macchiato"


Burcu ders çalışıyordu. Ben de manevi destek yanında. "Kahve yapar mısın?" dedi. İşi gücü olmayan adam olarak canım Latte Macchiato çekti. Evde ise sadece nescafe var. Nescafe'nin web sayfasında tariflere ulaştım.
Benim tarifim şu şekilde: IKEA'dan aldığım (daha sonra Paşabahçe'de de bulduğum) büyük bardakların dörtte üçü kadar süte (Pınar pastorize) üç kaşık nescafe klasik iki kaşıkta toz şeker koydum. Sütü kaynamayacak kadar ısıttım. Sütü kaynatınca üstünde oluşan şeyi sevmem. Diğer yandan da Tikveşli Krema yı çok az sütle beraber el mikseri ile çırptım. Isınmış sütü nescafe ve şeker ile karıştırdım. karışımı da el mikseri ile çırptım. üzerinde biraz köpük de oluştu. Sonrada çırpılmış kremayı ekledim.
Burcu bile (ki ööle benim deneysel çalışmalarımın hepsini beğenmez) "çok güzel olmuş gene yapalım" dedi. Ben de beğendim. Tavsiye ederim. Evde hemen yapılabilecek keyifli kahve. Fotoğraf makinamız kırılmasaydı resim de eklerdim ama bir sonrakine inşallah.
Bu arada nette latte ile ilgili aranırken Bursa'da SIESTA adında bir kafenin web sayfasına denk geldim. İlginç. Yolumuz düşerse uğranası geldi.

Devamını okumak için...

3 Kasım 2006

Autoshow ve yazmaya tekrar başlamam

Dün akşam Autoshow'un açılış kokteyli vardı. Kalabalık, lacivert takım elbiseli insan güruhu ile beraber kokteyl, yeni araçlar, stand görevlileri dolu bir aktivasyon oldu. Bu fuarda yeni ve farklı araçlar var. Yeni lansmanlar ve konsept araçlar ilgi çekici. Devamını anlatmayayım. Gidince orada görürsünüz. (Uğraşmayın bedava bilet bulunmuyor.)


Fuarda bir çok eski arkadaşımla beraber eskiden aynı bölümde çalıştığım Ragıp ile karşılaştım. Benim bloguma tesadüfen onun başka bir arkadaşının bloguna yazılmış yorumdan ulaşmış. İlk defa beni tanıyan fakat benim sayfaya girmesini rica etmediğim birisi sayfayı bulup okumuş. Evet evet gerçekten benim zorlamam dışında sayfaya girip takip eden biri oldu. Eyooo. Artık bu gazla bi iki hafta daha yazarım ben.

Bi de şu işlerin yoğunluğu olmasa. Teyzem derdi: "Nişadırlısın sen". Doğunca arkasına nişadır (Na2CO3) sürülenler koşturup durularmış. Bu aralar gene sıkılacak vakit bulamıyorum. Nişadır fazla kaçtı herhalde.
Devamını okumak için...

3 Ekim 2006

Müzikli Blog

Nihayet blog'uma müzik eklemeyi başardım. Yanda (umarım) uygulamayı bulabilirsiniz. İlk yüklediğim şarkı daha önce de bahsettiğim İstiklal Marşı'nın ilk bestesi. 1930 yılına kadar bu şekilde söylenmiş. Bana çok ilginç geldi.

Asıl ilginç olanı şimdiki marşın aslında daha hızlı yazılmış olması ve plakta yer kaldığı için yavaş kaydedelim düşüncesi sonrasında bugünki halini alması.
Devamını okumak için...

2 Ekim 2006

Fenerbahçe'nin 100 yılı

Tam da yüzüncü yıla yakışır bir sezon oluyor. Sanki yüzyıldır Fenerbahçe'nin başına gelenlerin bir özetini yaşıyoruz; hem de sadece bir sezon içinde.



Yanlış hatırlamıyorsam 1954 yılı yapımı bir Türk filimi sahnesi. Tavandan balıkçı ağlarının sarktığı tahta masalı bir meyhane. Arka planda beyaz saçlı, beyaz önlüklü mekanın sahibi ve garsonu önlüğüyle rakı kadehi kuruluyor. Ön planda masalar. Masaların birinde iki adam. Kederli kederli içiyorlar. Yaşlıca olanı diğeri ne dönüp bombayı patlatıyor :" Noolcak bu Fenerin hali?"

Yıl 2006. Fenerli arkadaşlarla cinconlulara çaktırmadan aramızda konuşuyoruz. "Noolcak bu Fenerin hali?" İlk sekiz haftada takım toplam sekiz puan kaybetmiş. Henüz hiç bir derbi oynamadan üstelik.

Bu performansa bir Teknik Direktör değişikliği, üstüne Olağanüstü Kongre, Kongrede gruplaşmalar, Başkan değişikliği, UEFA gruplarından çıkamama, Türkiye kupasından elenme, her durumda iki Gassaray galibiyeti, devre arasında yabancı oyuncuları gönderme-yenilerini alma, Bejiktaş malubiyeti, tekrar teknik direktör değişikliği ve adını duymadığımız bir antrenör ile lig beşinciliği eklerseniz 100 yıllık tarihi tamamlamış oluruz.

100.yıl hepimize hayırlı olsun.


Devamını okumak için...

28 Eylül 2006

Yollardayım

İki post önceki koşturmanın bittiğini sanıyorsanır yanılıyorsunuz.

Burcu'nun ve Can'ın burada olmadığı haftada gecelere kadar çalıştım. Akşamları eve geldim. Kimseyi arayıp sorma fırsatım olmadı. Cuma günü annem Ankara'dan sırf Can'ı getirmek için bir günlüğüne İstanbul'a geldi. Torunun kıymetli olma durumu bu olsa gerek. Can otobüsten direk kucağıma atladı. İnsanın oğlunun sıcaklığını hissetmesi bu olsa gerek. Sonra da hepberaber Burcu'yu karşılamaya gittik. Gitmişken teyzeme de uğrayalım dedik ama sağolsun cuma akşamı istanbul trafiği sayesinde sadece yarım saat oturup havaalanına gittik. Gece yarısına doğru Burcu geldi.

Cumartesi öğlen annemi Ankara'ya uğurladıktan sonra hep beraber "Arabalar" filmine gittik. Animasyon olayı abartmış. Seyredecel olursanız detaylara dikkat edin derim. Pixar ortaklığı sonrası Walt Disney eskisi gibi iki boyutlu harika klasik çizgi flimler üretmese de, üç boyutlu filimlerle gereksiz teknoloji meraklılarını (benim gibi) keyiflendiriyor.

Pazar evde pinek, ramazanın ilk günü, Burcu'nun hazırladığı ilk iftar, TV'de haftanın maçları ve erkenden uyku.

Pazartesi sabah sahur için kalktım. Eşyalarımı da hazırladım. Bu hafta da ben pazartesiden beri Almanya'dayım. Yarın akşam üstü döneceğim. Umarım bu hafta bişiiler çıkmazda hep beraber evde üstüste üç-dört gün geçirebiliriz.
Devamını okumak için...

21 Eylül 2006

İstiklal Marşı ne zaman yazıldı?

Günlerdir ısrarla google'da İstiklal Marşı'nın ne zaman yazıldığını araştıran ve bunu benim sayfamda bulacağını düşünen arkadaşların yoğun taleplerine dayanamadım:

TBMM 1920 yılı sonlarında bir şiir yarışması açılıyor. Katılımcılara 6 ay süre veriliyor. Yarışmaya tam 724 şiir gönderiliyor. içlerinden 6 şiir elemeyi geçip Meclis Matbaası tarafından bastırılıyor ve milletvekillerine dağıtılıyor. Büyük ihtimalle beğenilmediklerinden Mehmet Akif Ersoy'dan da bir şiir isteniyor. Değerlendirme sonucunda 12 Mart 1921 de İstiklal Marşı şiiri kabul ediliyor. Ersoy da ödülü reddediyor.

Şiirin bestesi için de bir yarışma açılıyor. 1924 yılında Ali Rıfat Çağatay'ın bestesi kabul ediliyor. 1930 yılında ise Zeki Üngör'ün bugün de okunan bestesi ilkinin yerine geçiyor.

İlk marş yakında burada (Podcast olayını haftasonu becereceğim inşallah). İlgili wikipedia sayfası.
Devamını okumak için...

Uzun süredir yazamadım

Gene bir koşturmadır gidiyo. Size geçen hafta sonundan itibaren neler yaptık, kimler nerelere gitti geldi, hala nerelerde ve hatta daha nerelere gidecek bir anlatayım. Sonra siz karar verin bu koşturmacada blog yazılır mı yazılmaz mı diye.

Geçen hafta cuma günü Burcu'nun işyerinde yeni yerleşim için tadilat olduğundan işe gitmedi. Ben de öğleden sonra izin alarak eve geldim. Can'ın siparişi Lazanya'yı (annem o kadar malzemeyi neye koyarsan güzel olur diyo) yedikten sonra Can'ı evde Ayşe Hanımla bırakıp Burcu ile beraber caddede dolaştık. Uzun bir aradan sonra çocuk filmi olmayan bir film izledik. Oturup sohbet ettik. (Fırtına öncesi sessizlik) İstanbul'da çoktandır birbirimize böyle vakit ayırmamıştık. İyi geldi.
Cumartesi sabah kahvaltısında misafirlerimiz vardı. Erkenden bizde oldular. Çoluk çocuk hep beraber kahvaltı edip (bu arada biri 4 diğeri 3,5 yaşındaki iki canavardan bahsediyorum) Polonez Köyün ilerisindeki Cumhuriyetköy'de at binmek üzere yola çıktık. Üç kişi saat onbirden öğleden sonra ikiye kadar Cengiz hocadan ders aldık. Hoca'ya "Benim internette bi sayfam var. Onun için sizinle röpörtaj yapabilir miyiz?" diye sordum. O da önemli bişii sanmış olacak ki, "Atlarla beraber foroğraflar çekeriz. Yapacağımız zaman önceden haber ver." dedi. Bakalım, ilginç olacaktır diye düşünüyorum. Dersten sonra hocanın tavsiyesiyle Alemdağ yolunda Atevi adında binicilik malzemeleri satan biyeri aramaya başladık. Benim aslında beni pek hayal kırıklığına uğratmayan yön bilgim sayesinde 1 saatte ancak bulabildik. Aklımızdan "hani ucuz falan olursa alalım birer pantolon çizme falan" diye geçiyordu. Fiyatlarını görünce pek bir eğlendik. "O paraya at alınır yav". Eve gelip süper mahalle pidecisinin lahmacunlarını önce limonlayıp sonrada beraberinde gelen garnitürleri içine sarıp güzelce mideye indirdik. Eşlerimizin pek sevgilisi Playstation 'da ralli oyunununda hakkını verdikten sonra misafirleri uğurladık.
Akşam Fenerbahçe'nin maçı olduğundan ve arkasından işyerindeki yöneticim ve eşi ile buluşacağımızdan Can'ı Ayşe Teyzeye götürdüm. Oradan da Şükrü Saraçoğluna yetiştim. Macın sıkıcı 60 dakikasından sonra çıktım ve taksi ile kulübün otoparkına gelen Burcu ile buluştuk. (Goller ben çıkınca oldu. Beni bekliyorlarmış.) Oradan da karşıya geçip Ulus29'a gittik. Maçtan sonra yolda giderken Burcu'nun getirdiği bebek popo silme mendilleri ile yarı ıslak bir duş aldım. Pek keyifli ve lezzetli bir yemekten sonra bi de Kartal'a dönüp Can'ı aldık. Yolda Burcu yorgunluktan uyudu. Ben de içilen şarabın ve Burcu üşümesin diye açılan kaloriferin etkisiyle otomatik pilotta gittim. Herhalde saat bir buçuk falan gibi evdeydik.
Pazar günü erkenden kalkıp 08:15 hızlı feribot ile Yalova'ya geçtik. Günü ve hatta geceyi Yalova'da geçirip gece 22:30 gibi bi seferle döndük. Arada kanat, bira, mangal üçlüsünü de aradan çıkarttık.
Haftaiçi yoğun tempo çalışmanın arasında çarşamba günü Aksaray'a günübirlik gittim. (uçakla Konya arabayla Aksaray; akşam arabayla Kayseri (yol üzerinde Asmalı Konak akşam yemeği, Kayseri'den uçakla İstanbul) Perşembe akşamı Fenerbahçe'nin süper Randers maçını stadtan izledim. (100. yılında tüm Fener klasiklerini yaşıyoruz. Bununla ilgili daha sonra yazıcam.) Cuma günü fabrikanın 20. kuruluş yıldönümü kutlamaları vardı. Ayrıca Pazar günü de Hasandağ tırmanışı yapılacaktı. Bu nedenle cuma'dan itibaren haftasonu Aksaray'da geçirdim.
Burcu'nun da perşembe önemli toplantı ve ardından akşam yemeği vardı. Cuma ve Cumartesi çalıştay(workshop) yaptılar. Zaten pazar günü gündüz de bir haftalık eğitim için İsviçre'ye uçtu. Takip edenler bilecektir bizim bi de oğlumuz vardı. Onu da cuma beraberimde Ankara'ya götürdüm. Babane ile Dede havaalanında karşıladılar. Tüm haftayı orada geçirdi. Yarın annemle beraber gelecekler. Geldikten sonra Ankara hikayelerini anlatırım.
Pazar günü Hasandağ'ına çıktım. Ööle kolay söylediğime bakmayın. Ayrıca anlatıcam macerayı.
Pazartesi akşam tekrar İstanbul. Hazır Burcu ve Can yokken diye düşünerek hergün mesaiye kalıyorum.
Araya bi de blog sıkıştıramadım. Kusura bakmayın.( Zaten kim kusura bakacakki, google dan şansına birileri denk gelecek de, sitede kaldıkları 0 (yazıyla sıfır) saniye boyunca bunları okumaya alışık olacaklar da, bi de yazmadım diye kusura bakacaklar :))) peh.)
Aklımdaki konular birikti. Yazılar geliyor. Sağlıcakla.

Devamını okumak için...

11 Eylül 2006

Sınır

İnsan psikolojisi çok ilginç. Stress ve gerginliğin sınırları zorlanınca ilginç tepkiler verebiliyor. Aslında hiçbir nörolojik veya biyolojik problem olmamasına rağmen vücut problem belirtileri gösterebiliyor.

İlk akla gelen tansiyon yükselmesi. Herhalde herkeste oluyordur. Benim yüzüm kulaklarımdan başlayarak kızarır. Devam ederse kalp atışlarımı kafamda hissederim.

Bu tür reaksiyonlar hakkındaki bilgilerime bir yenisini ekledim. Konvertif Reaksiyon. Yada Konversiyon Bozukluğu. İlgili bilgiler burada, burada ve burada.

Aklımızın bize yapabildikleri inanılmaz. Bu nedenle her zaman serin tutulmalı.

Herşeyi çok fazla kafaya takmamak lazım. Hem çok üzülmemek hem de bizi sevenleri üzmemek lazım.
Devamını okumak için...

Ramazan Gelmeden


Pazartesi sabahı e-posta kutumda rakısever sitesi ile ilgili bir mail buldum. Eh haliyle (sosyal seviyede) rakı-sever olduğumuzdan girip bir baktık. Sonra da merak ettim acaba piyasada hangi markaların hangi ürünleri var diye. Aşağıdalki listeyi hazırladım. Bulabildiğim bağlantıları da ekledim.

MEY
Yeni Rakı, Tekirdağ, İzmir Rakısı, Altınbaş, Kulüp, Yekta Rakısı

ELDA
Efe Rakı, Çilingir, Sarı Zeybek

TAT-TARİŞ
Mercan , Fasıl

BURGAZ
Burgaz Rakı, Ata Rakı, Rakı Turka

Neredeyse hepsinde rakı kültürü anlatılıyor, meze ve balık tarifleri veriliyor.

Ramazan gelmeden hatırlatayım dedim. :)

Not: Hepsini tatmasam da favorim Efe'nin yeşil etiketli yaş üzüm rakısı.

Devamını okumak için...

4 Eylül 2006

ABD, Avrupa, Bireysellik ve Dayanışma

Bu yaz hem futbolda hem de basketbolda dünya şampiyonaları seyrettik. Her ikisinde de seyircinin favorisi olan, göze hoş gelen ve estetik oynayan takımlar başarısız oldular.

(Yazıyı burada okumayı kesecek okuyucuya not: Merak etmeyin bu bir spor yorumu -yazısı değil.)

Avrupa şu aralar orta çağdan beri din üzerinde yaptığı beraber davranma durumunu yasalaştırıp Avrupa Birliği çerçevesine oturtmaya çalışıyor. Tarihsel olarak hiçbir zaman bu çerçeve içinde olmayan Türkiye'yi ise hazmetmekte zorlanıyorlar. Diğer yanda ise bireyselliği ülke politikası olarak pompalayan ABD var. Bu tipik davranış şekilleri diğer alanlarda olduğu gibi spor kültüründe de kendisini gösteriyor.

Avrupa'da kollektif, zekaya ve dayanışmaya dayalı takım oyunu oynanıyor. Basketbolda alan savunması yapılıyor. Futbolda hücum oyuncuları dahil tüm takım halinde savunma yapılıyor. Galibiyete giden yolda önce gol-basket yememek esas alınıyor.

ABD'de de ise örneğin NBA'da alan savunması yapmak cezalandırılıyor. Oyun kişisel beceriye dayalı. Seyir zevki yüksek ve estetik bir oyun. Futboldaki benzerliği Brezilya takımı ile kurabiliriz. Her iki milli takım da inanılmaz süper yeteneklerden oluşuyor. Aslında birer pazarlama mucizeleriler. Takım olarak değerlendirildiklerinde ise ortada bir sorun var.

Hem futbol hem de basketbol dünya kupaları finale bile çıkamayan Brezilya ve ABD takımları ile gösterdi ki; takım ne kadar iyi oyunculardan kurulu olursa olsun başarı için gerçekten takım olmak şart.

Bizim başarımızın (ve başarısızlığımızın) sırrı da aslında burada gizli. Galatasaray ancak takım olabildiği yıllarda Avrupa ile boy ölçüşebildi. Milli takımlar da öyle.

Bizim beklentimiz herzaman neydi? Göze hoş gelen estetik bireysel oyunlar.
Peki ya doğruya ulaşmak için biraraya gelmek, ortak tutum ve davranış göstermek konusundaki ihtiyacımız?

Sizce sadece sporda mı?
Devamını okumak için...

2 Eylül 2006

12 cesur yürek

Onbeş günde dokuz maç yapmışlar. Benim seyredebildiğim maçlarda inanılmaz savaştılar. Bugünkü Fransa maçında neredeyse kollarını kaldıracak halleri yoktu. Maça çok kötü başladılar. İlk yarı serbest atış dışında sadece üç yada dört basket atabildiler. İkinci yarıda farkı kapattılar ve fark sadece dört sayıya indi. Ama farkın kapatılmasına hakem izin vermedi. Gene de maçın sonu keyif verdi ve heyecanlandırdı.

Dünya altıncılığı hiç de küçümsenemeyecek bir başarı. Turnuvanın sonuna kadar maç oynayan Milli Takım'a sonsuz teşekkürler.
Devamını okumak için...

28 Ağustos 2006

Takım Olmak

Bu takım olma işi kafamı çok kurcalıyor. İnsanların bir araya geldiklerinde ve uyumlu çalışarak sinerji (görevdaşlık. kaynak Türk Dil Kurumu) yarattıklarında yapabileceklerinin gerçekten sınırı yok. Bunu birkaç kere üniversitede takım sporu yaparken ve takımı oyun kurucu olarak yönlendirirken hissetmiştim. Kesinlikle farklı bir duygu. Ancak bunu daha önce yaşamışsanız anlayabilirsiniz. Bütün takım sanki (beylik bir söz ama) tek bir vücut gibi çalışır. Kimse tek tek düşünemez. Grup kendi çoğul düşüncesini oluşturur ve tek bir hedefe odaklanır. Siz adımınızı atarken on metre ilerinizdeki veya arkanızdaki takım arkadaşınızın ayağını nereye attığını hissederdiniz; düşünmezsiniz; hatta düşünemezsiniz sadece hissedersiniz.

Dünya kupasında da (daha önce yazdığım gibi) beni en çok etkileyen takım oyunları oldu. Zaten takım oyunu oynayanlar başarılı oldular.

Cumartesi günü takım olmanın başka bir mucizesine tanık oldum. Spor yapmaya gitmiştim. Spor salonunda büyük televizyonlar ve kulaklıklar sayesinde müzik veya televizyonun sesini dinleyebiliyorsunuz. 12 dev adamın Slovenya maçının o saatte olduğundan haberim yoktu. Spor yaparken maç öncesi yorumları dinledim. Maçın ilk yarısını kanter içinde ve heyecanla seyrettim(k). Maç öncesi istiklal marşı okunurken oyuncularımızın yüz ifadelerinde inanmışlık vardı. (Futbol takımının İsviçre maçındaki kadar değil di:)) Tüylerim diken diken oldu. Zaten çabuk duygulanırım böyle zamanlarda.

Birçok oyuncunun sakat sakat çıktığı maçta inanılmaz bir performans gösterdiler. Kendilerinden üstün olan Slovenya'yı resmen savaşarak yendiler. Oyuncuların arasında "takım olma" elektriğini hissettim. Maçın sonralarına doğru yedek bankında oturan herkes ayaktaydı ve kollarını birbirlerinin omuzlarına atmışlardı. Herkes derken malzemecisinden yıldız oyuncusuna, masöründen takım direktörüne kadar herkesi kasdediyorum. Milli takım için orada bulunan herkes tek bir vücut olmuştu sanki. Sonunda bu ruh bize dünyanın ilk sekiz basketbol takımından biri olma şansını verdi.

Takım ruhunu analiz etmek açısından faydalı bir maçtı. Sanırım Arjantin maçında bu ruhun sınırının nerede olduğunu öğreneceğiz. Mevcut ve sınırlı kapasite takım olma faktörüyle birleşse bile Arjantin karşısında yeterli olmayacaktır. Umarım bu maçtan sonra yanılmış olurum.

Devamını okumak için...

25 Ağustos 2006

Oğlumla beraber

Bir haftadır (hadi doğru söyliyeyim 5 gecedir) oğlumla beraberiz. Annemiz iş sehayati için pazar gecesinden beri yurtdışında. Biz de oğlumla beraber takılıyoruz.
Çocukların anne ve babaları ile beraber olduklarında şımardıkları kesin. Sadece anne veya sadece baba ile beraber olunca daha uyumlu oluyorlar. Sanırım bu biraz da anne ve babanın birbirlerine göre (istemeselerde) tutarsız davranışlarından kaynaklanıyor.

Bu bir hafta oldukça keyiflli zaman geçirdik.
Sinemaya "Garfield"ı seyretmeye gittik. Yorumlarımızı birbirimize fısıldadık. Mısırımızı ve suyumuzu paylaştık. Sinema sonrası hamburger yiyip filmin oyuncaklarından aldık.
Caddebostan sahilde çocuk parkında oynadık. Parkurda yürüdük, koştuk. Beraber sırayla minigolf oynadık.
Spora gittik. Çıkışta satranç oynadık. Arabayla dolaştık. Şarkılar söyledik.
İbeking ve S. ye misafirliğe gittik.
Evde oyunlar oynadık.
Trafik işaretlerini öğrenmeye çalıştık.
Haftanın günlerini tekrar ettik.
Son güne kadar annemizi pek aramadık. Son gece "Bi gün kaldı di mi, annemin gelmesine" dedi. Gitmeden önce ne kadar kalacağını, nereye gideceğini, ne zaman geleceğini anlatmıştık. Can'a önceden bunları anlatınca kendisini hazırlayabiliyor. O zaman da hiç sorun çıkarmadan uyumlu davranabiliyor.
Her ne kadar annemizden ayrı olduğumuz için üzülsek de oğlumla daha fazla yakınlaştığım için seviniyorum. Gece uyandığında "baba" diye sesleniyor. (Gerçi ben galiba çoğunu duymuyorum. Burcu'ya söylemeyin; sonra güvenip bana bırakmaz.:) )
Bu akşam annemiz geliyor. Sevinçliyiz. Can'la karşılamaya gideceğimizi konuştuk. Bakalım belki bi sürprizimiz de olur.

Devamını okumak için...

24 Ağustos 2006

Şapkadan kuş çıkmadı

Geçen hafta sonu Fenerbahçe Rizespor ile oynadı. Rize maça çıkarken "Fenerbahçe'ye Kiev karşısında başarılar dileriz" yazılı bir pankart ile çıktı ve tüm tribünlerden alkış aldı. Hatta benim daha önce şahit olmadığım bir şekilde fenerbahçe seyircisi tarafından tribünlere çağırıldılar. Kolay Rize maçında verilen pozisyonlar dün akşamki maç için hiç de olumlu sinyaller vermiyordu. "Bu pozisyonları Kiev yakalarsa bizi duman ederler" diye konuşmuştuk arkadaşlarla.
Nitekim; daha dördüncü dakikada ilk pozisyonlarını yakaladılar ve affetmediler. Maçın başından itibaren 12 numara görevini tam anlamıyla yaptı. Tribün şovu görülmeye değerdi. Ama sadece dört dakika sürdü. (Zaten iki maçta toplam şampiyonlar ligi heyecanımız dört dakika otuz saniye sürdü.) Sonra maçın kalanı ahlarla vahlarla geçti. Önceki senelerden hatırladığımız kendi futbolcusunu suçlama ve hatta ona küfür etme, umutsuzluk, yönetimi suçlama, alternatif takım kadroları kurmakla geçti zaman.
Bir radyo programında "hattrick"in kelime anlamı olarak "şapka numarası" olduğunu ve bir maçta üç gol birden atan futbolcunun neredeyse sihir gibi birşey yaparak şapkadan kuş çıkarttığını söylemişlerdi. (Gerçi wikipedia'nın ilgili kısmı farklı anlatıyor ama olsun.) Fenerbahçe'ye ilk maçtan sonra gereken bir "hattrick" idi. Olmadı. Şapkadan kuş çıkmadı.
"Kuş taşa denk gelir mi?" dedik ama herhalde şansımızı avrupada yanımızda götüremiyoruz.
Şapka demişken; dün akşam muhteşem gol atan, maç boyunca inanılmaz mücadele eden, maçın son yarım saatini sakat sakat oynayan ve ayrıca maç sonunda kendisine korner köşesinden koşup gelen çocuğa ilgi ve sevgi ile yaklaşıp o moralle terslemeden formasını hediye eden "Stephan Appiah"a şapka çıkartıyorum. Dün akşam Şampiyonlar ligi kalitesinde oynayan tek kişi oydu.

Devamını okumak için...

22 Ağustos 2006

Annemin Ameliyatı

Geçen hafta çarşamba günü annem ameliyat oldu.

Dirseğinde sinir sıkışması varmış. Tıp dilinde "ulnar sinir sıkışması" veya "Cubital Tunnel Syndrome" deniyor. Hani dirseğinizi bir yere vurursunuz da elektrik çarpmış gibi olur ya, o sinir işte. Dirseğini uzun süre kullananlarda, örneğin dirseğini masaya dayayarak telefonla çok uzun ve sık konuşanlarda olabilirmiş.

Doktor sinirin dirseğin içerisindeki oluk gibi yerden (elinizle kontrol ederseniz belli oluyor) kolun iç kısmına alacağını söylemişti. Bu operasyona da "anterior submuscular transpozisyon" deniyormuş. Ameliyat yaklaşık bir saat sürdü. Sanırım narkozun etkisi tamamen geçmeden odasına getirdiler. Başlangıçta ağrısı oldu ama benim tahmin ettiğimden daha çabuk ağrıları azaldı.


Odaya ilk getirdiklerinde benim içim çok kötü oldu. Nedenini anlamadığım bir şekilde midem bulandı ve sık sık odadan çıkmak zorunda kaldım. Annemi o halde görmek mi, yoksa narkoz kokusu mu bilemiyorum.

Şimdi, bir hafta sonra, herşey yolunda görünüyor. (En azından telefonda bana öyle söylüyorlar.) Yavaş yavaş normal hareketlerini yapmaya başlıyor. Umarım kısa zamanda eskisinden daha iyi olur. (Ameliyat sonrası tedavi burada)


Biraz da gereksiz bilgi:

Elimize üç tane sinir gidiyormuş: Ulnar, median ve radial. (Ulnar sadece küçük parmağa ve yüzük parmağına, median ve radial baş, işaret ve orta parmağa. Sanırım bu yüzden bu parmaklar daha hassas.)

Cubit latincede kolun alt kısmı anlamına gelen "cubitus" dan geliyor ve uzun yıllar bir ölçü birimi olarak kullanılmış. 45 cm veya 18 inç.

Daha gereksiz bilgiler:

Bileğiniz ile dirseğiniz arasındaki mesafe tam olarak ayak ölçünüzde. Buradan. (denemesi komik oluyor.)

Dilini dirseğine değdirebilen pek az kişi varmış. (Bunu denemesi daha komik.)



Devamını okumak için...

17 Ağustos 2006

Yavaş

Hayatı hızlı yaşayarak içini daha fazla doldurmaya çalışıyorum.

Hızlı yaşadıkça zaman daha çabuk geçiyor. Hayatın içine doldurmaya çalıştıklarımdan da tat alamadan zamanın hızla geçtiğini görüyorum.

Hızla giden bir trende gider gibiyim. Dışarıdaki manzarayı izlemeye çalışıyorum. Gördüğüm ise sadece bu.



Bazen trenden inmek ve bana el sallayan çocuklarla konuşmak istiyorum; onlarla beraber çimlere yatıp bulutları bişiilere benzetmek.

En çok da onlu yaşlarımdaki yaz öğleden sonralarını özlüyorum. Dışarısı sıcaktan kavrulurken kalın pardeler ardında serin serin evde yapacak birşey olmamasından sıkılmak istiyorum.

Güzel bir yemeği yerken lezzeti uzun sürsün diye yavaş yavaş yemek istiyorum. Lezzet çok olsun diye bol bol yemek değil.

Acele etmemek; zorunda kalmamak, tadını çıkarmak istiyorum.

Sahi; siz en son ne zaman bulutlara bakarak bişiilere benzetmeye çalıştınız?
Devamını okumak için...

15 Ağustos 2006

Acele

Acele edince çabuk ölüyor insan.
Devamını okumak için...

13 Ağustos 2006

Bodrum

"Nasıl anlatsam? Nerden başlasam? Bodrum, bodrum"

Can'ı babaannesine ve Günseli'ye bıraktıktan sonra modaya uyup biz de Bodrum'a gidelim dedik. Asıl planda yurtdışı vardı ama kurlar tatil planı sıralarında uçunca rotamızı Bodrum'a çevirdik.

Daha fazla etrafta gezmek istediğimiz için küçük ama şirin bir butik otel aradık. İnternet ve "Küçük oteller Rehberi" sayesinde Su Otel'i bulduk.

Bodrum'um merkezinde sahilden ve otogardan beş dakika yürüme mesafesinde dar bir sokak içinde Su Otel.
İkişer odalı dört adet şirin Bodrum evinden oluşuyor. Ortada da küçük bir havuz var. Havuzun bir ucunda bar diğer ucunda da kahvaltı ederken bu fotoğrafı çektiğim üç tane masa var.
Tüm çalışanlar güler yüzlü ve yardımsever. Odaların içleri de sevimli renklerle döşenmiş. Otelle ilgili daha detaylı bilgiyi buradan alabilirsiniz.
Arabasız olduğumuzdan her yere dolmuşlarla ulaştık. Deniz için ilk durak Türkbükü idi. Ben beğenmedim. Yanyana dizilmiş on kadar iskele üzerinde balık istifi güneşlenmek pek bana göre değilmiş. Bodrum'un heryerinde olduğu gibi deniz çok temiz ve biraz da soğuktu.
Akşam yemeği için Gümüşlük'teki Mimoza Balık restaurantı (restoranı) kesinlikle tavsiye ederim. Saatlerinizi ayarlayıp güneşin batışını burada izlemeye çalışın. İnanılmaz sakin bir koyda, denize sıfır ve yanında başka hiçbir tesis yok. Sanki köşenin arkasına saklanmış gibi. Dekorasyondaki titizlik tüm detaylarda kendini gösteriyor. Her ince ayrıntı düşünülmüş fakat hiç abartılmamış. Servis kusursuz. Ege insanının sıcaklığı hemen hissediliyor. Mezeler lezzetli idi. Balık olarak levrek buğulama yedik. Ben başka bir seçim yapın derim. Önceden rezervasyon şart. Yoksa deniz kenarında masa bulmak zor olabiliyor.
Plajklübü (Beach-club) olarak Yalıkavak'taki Xuma Beach hoşuma gitti. Arabasızsanız Yalıkavak merkezden taksi ile ulaşmak mümkün oluyor. Küçük bir koyu kapatmışlar. Civarında başka tesis yok. Giriş ücreti karşılığında içerde yiyecek içecek alışverişi yapabiliyorsunuz. Ufak, taşlık bir plajı var ama denize girmek için iskeleyi tavsiye ederim. Haftaiçi gitmemiz nedeniyle etrafta fazla insan da yoktu. Çimlerin üzerinde gölgede minderlere yayıldık. Tesisin için de basketbol potası, fittness salonu ve masaj imkanı var. Gider gitmez gençlerle beraber tek pota oynadık. Yemekler güzel. Self-servis olmasaydı daha iyi olabilirdi ama haftasonları çok dolu olduklarını söylediler; kalabalıkta servis yapmak zor olabilir. Restoran ve bar kısmı rahat döşenmiş. Tuvaletin üzerindeki hasırlar içeride hoş bir ışık yaratmış. "Birgün açık havada evim olursa bir yerini böyle yapayım" dedim kendime.
Denize girmek için diğer bir alternatif de günübirlik yapılan turlar. Doğu ve Batı olmak üzere iki farklı tur rotası var. Kooperatif bağlantıları olduğu için uygun fiyatlı ve beklentiye bağlı olarak düşük de olsa bir standardı var. Gidilen koylar ve deniz heryerde mükemmel. Turlara öğle yemeği dahil ama beklentinizi büyük tutmamak gerekir. Sabah 10-11 gibi çıkılıp 18-19 gibi dönülüyor. Her iki rotayı da en az bir kere görmek gerek.
Yandaki fotoğraf deniz konusunda bir fikir verebilir.
Bodrum kalesini dışarıdan herzaman Bodrum'u süsleyen güzel bir siluet ve konser mekanı olarak algılamıştım. İçerisindeki sualtı arkeoloji müzesi beni inanılmaz şaşırttı. Beklemediğim kadar profesyonelce hazırlanmıştı. Müze'ye giriş parasının dışında içeride de iki özel salon için ayrıca ödeme yapmanız gerekiyor. Ama inanın değiyor. Objelerin sunuş şekilleri ve bilgilendirme panoları başarılı. Ayrıca kalenin manzarası da çok güzel. Zindan'a oldukça fazla merdivenle iniliyor. Son zamanlarda tartışılan ""(tanrının olmadığı yer) yazısı dışında ilginç değil. yazıyı görmek istemiyorsanız inmeye değmez. Müze için ayırdığımız iki saatte tamamını gezemeden çıktık. Siz daha fazla zaman ayırın.
Bodrum'a giderken hayalimiz gece ünlü birilerini falan dinlemekti. Popüler olanlar genelde hafta sonlarına doğru sahneye çıkıyorlar. Hafta başında bu tarz bir eğlence ancak tesadüfle olabilir. Niyetiniz buysa dikket etmek gerekir.
Bodrum'un diğer tatil yörelerinden en farklı tarafı ise herhalde havası. Rutubetin az olması sıcaklığı hissetmemenizi sağlıyor.
Tüm betonlaşmaya ve istanbullaşmaya rağmen yine de gidilir.

Devamını okumak için...

10 Ağustos 2006

Fenerbahçe Maçları

Önceki yıllarda olduğu gibi bu yıl da Şükrü Saraçoğlu'undan kombinemizi aldım. Bu yıl Maraton Üst tribünden Fenerium Üst'e geçtim ve iki tane kombine aldım. Gidebileceğimiz tüm maçlara Burcu ve Can ile beraber gitmeye çalışacağız. Ayrıca beraber gitmek istediğim kişiler için de bir yerim olacak. Paramız olur da bu yeri Can büyüyünceye kadar alabilirsem baba oğul fenerbahçe'nin tüm maçlarına beraber gitmek isterim.

İlk maçımız Kayseri Erciyes'e karşıydı. Aslında can'la ilgilenmekten maça pek konsantre olamadım. Önümüzdekiler oturmayı pek sevmediklerinden maçın büyük bir kısmını ayakta izledik.

Her yerde görüp okuyacaklarnızı yazmak istemiyorum. Görebildiğim Fenerbahçe'nin geçen yıllara göre daha istekli oluşu idi. Zico savunma dörtlüsü ve önlibero dışındaki herkesi serbest oynatıyor gibi geldi. Takımın saha içindeki lideri Alex olmuş nihayet. Appiah oyundan atılınca Zico onu yanına çağırdı ve saha içi organizasyonundaki değişiklikleri anlattı. O da takımın sahadaki dizilişini düzenledi. Ayrıca Tümer ve Alex'in mükemmel paslaşmaları sonucunda attıkları golden sonra birbirlerine sarılarak kolkola taraftara koşması beni sevindirdi.

İkinci maç Dinamo Kiev. Aslında televizyondan seyrettiğim maçlarla ilgili yorum yapmayacağım. Çünkü bence futbolun büyük bir bölümü televizyonun gösterdiğinin dışında oynanıyor. Ama konsantrasyon eksikliğinden yenilen ilk saniye golü Fenerbahçe'nin antrenör olarak kim gelirse gelsin, oyuncu olarak kim oynarsa oynasın avrupa kupalarında hiçbir zaman şansının olmayacağını gösteriyor. Yanılmayı çok ama çok isterim ama şampiyonlar ligini sadece televizyondan izleyebileceğiz galiba.

Bir gözlem daha. Ben de dahil Fenerbahçe taraftarı, taraftar olma işini ve Fenerbahçe sevgisini Fenerbahçe'nin kendisinden daha fazla seviyor. Bu konuda bir yazı kaldırır herhalde.

Devamını okumak için...

9 Ağustos 2006

Yeni Yüz

Güncemin şablonunu değiştirdim. Bağlantılar bölümüne de yenilerini ekledim. Diğer kişisel güncelere kalıcı bağlantı vermeden önce site sahibini haberdar etmek ve hatta izin almak gerektiğini düşünüyorum. Ulaşabildiklerime buradan bağlantı vermeye çalışacağım.

Bakalım güncemin bu yeni yüzü onu daha kolay okunur kılacak mı?
Devamını okumak için...

7 Ağustos 2006

Tatil Dönüşü

Uzun süredir iple çektiğim tatil sona ermek üzere. İlk defa tatil bana da uzun geldi. Artık bitsede işe başlasak dedim. Üç hafta izin gerçekten iyi kan yapıyormuş. Bütün yılın yorgunluğundan ve stresinden sonra çok iyi geldi. Özellikle izne hafta içinde başlamak ve hafta içinde tekrar dönmek rahatlatıcı oluyor. İlk haftadaki iş günlerinde tatile zihin olarak hazırlanılıyor ve işler toparlanıp devrediliyor. Tatilden sonraki iki-üç günde de ancak intibak sağlanıyor. Pazartesi sendromu olmuyor. Tam çalışma temposuna girerken tekrar haftasonu geliyor. İmkanı olan herkese tavsiye ederim.

Tatil süresince blog sayfamızda tatile girdi. Tatil öncesi son yazıyı 21 Temmuz'da yazmışım. Arada ufak bir hatırlatma yazısı 29 temmuz tarihli. Bugün itibariyle günlük olarak yazmaya devam edeceğim.

Tatil boyunca konularda birikti. İlginç birşey görünce yada aklıma gelince bunu blog'a yazayım diyorum. Her ne kadar Karalama Defteri'nden Zoti bana bir Moleskine hediye ettiyse ve ben bu defteri tatilde yanımda götürdüysem de hiç bir not almadım. Götürdüğüm gibi getirdim. Nasıl olsa hatırlarım dedim. Şimdi yazmaya oturunca "neydi yav?" diyorum kendi kendime. "Bi daha ki sefer kesin not alıcam" desem de kendim de inanamıyorum.

Tatilin ilk kısmını daha önce yazmıştım. Can ve Burcu ile beraber Antalya'da Club Voyage Sorgun Select'e gitmiştik. Burada altı gece geçirdik. Sonra istanbul'a döndük. İş için yaptığım uçuşlar sağolsun; tüm tatildeki uçakbiletlerini Miles&Miles'da birikmiş millerle aldık. Erken rezervasyon sayesinde indirimli tarifeden alabildik biletleri. İstanbul'da bir gece kalıp arabayla Ankara'ya gittik. Bu yolculuk ve Ankarada kullanım için Can'a araba koltuğu almıştık. Yol boyunca hiç uyanmadı. Biz de mola vermeden gittik. Arabanın dikkatli gidildiğinde nekadar tasarruflu olduğunu ölçmek için sürekli 130 km/s ile gittik. 100 km'de ortalama 5.2 lt. dizel yaktı. yaklaşık 20 lt. yakıt ile Ankara'ya ulaştık. Çıkarken depoyu tamamen doldurmuştum. Ankaya vardığımızda sadece bir çeyrek eksilmişti.

Ankara'da iki gece kaldık ve pazartesi sabah 07:30 uçağı ile direkt Bodrum'a geçtik. Orada üç gece kaldık ve İstanbul aktarmalı olarak perşembe gece yarısı Ankara'ya vardık. Cuma günü akşam üstü arabayla tekrar istanbul'a doğru yola çıktık. Ekonomi yapmadan 3 saat 15 dakikada istanbul'a geldik. 100 km de ortalama 6,8 lt. yakmışız. Akşam eve geldiğimizde kapıda can'ın yorumu tatili özetledi: " İstanbul bitince nereye gitcez?" :))

Tatilde gezdiğim yerleri ayrıca anlatacağım. Özellikle Bodrum'da gittiğim birkaç yeri tavsiye etmek isterim. Ayrıca bu tatilde üç kitap bitirebildim. Bir tanesininde yarısındayım. Bunlarla ilgili yorumlarımı da paylaşmayı planlıyorum.

Cumartesi günü Ayşe Teyzemizin Neşe'si (ve can'ın sevgilisi) evlendi. Nikaha beraber gittik. Can Neşe'yi gelinlikle görünce yaklaşık 15 dakika hiç konuşmadı. Önceden "ben senin evlenmeni istemiyorum" diyordu. :)

Cumartesi akşam ise Fenerbahçe maçına gittik ailecek. Ayrıca yorumlayacağım.

Pazar günü maaile (Zoti, Shemsa, Ali, Mesut, biz) Kilyos'a Burç Beach'e gittik. Sonrasında da trafiğin azalmasını beklerken kendin pişir yaptık. Yine hepimiz doyduk ve mangalda pişmiş etler kaldı. Eskiden olsa hiç affetmezdim. Ama zaten tatilde diyetimizi bozmuş olmamızın ve verilen 4 kilonun geri alınmasının veridiği bir sıkıntı var. Bir de üzerine mangaldakileri koymayalım dedik.

Tatil bu kadar. Çalışma için enerji toplanmış durumda. Bir de nerede çalışıyordum; onu hatırlasam :).
Devamını okumak için...

29 Temmuz 2006

Tatil 2

Yazmadığım geçen hafta boyunca Antalya'da idim. Club Voyage Sorgun Select. Güzel bir yerdi. Anlatırım sonra. Şimdi (bunu yazdıktan sonra) Ankara'ya yola çıkıcaz. Can'ı orada bırakıp Bodrum'a üç günlüğüne kaçıcaz. Sonra tekrar Ankara ve ardından İstanbul. Tatil bitince yazmaya devam ederim.

Bu arada yeni kardeşlerim olmuş. Blogkardeşlerim. Hepsine merhaba derim.
Devamını okumak için...

21 Temmuz 2006

Havuz

Dün gideceğimi söylediğim havuzu (yoğun istek üzerine!) sizinle de paylaşayım dedim. Fenerbahçe Spor Klübü Faruk Ilgaz Tesisleri. Fenerbahçe'nin artık eski (yenisi stadın yanına yapıldı) yönetim binasının yanında Fenerbahçe burnunda yer alıyor. Sarı-Lacivert'e alerjisi olmayanlar için keyifli bir yer.


Geçen seneydi sanırım. Kalabalık grupla gitmiştik. İki kuzen gassaraylıydı. "Ben bööle tesisin içine ...." diyerek önce tuvaleti görmek istemişlerdi. Haklılar; kendi tesislerinde o bile yok :)


Devamını okumak için...

20 Temmuz 2006

Tatil


Bugün buradan bildiriyorum. Kablosuz iletişim sağolsun. Dizüstü bilgisayarla balkonda bi yandan Ayşe Teyzemizin pişirdiği makarnayı ve ayranı götürüyorum bir yandan da internette neler var neler yok diye bakıyorum. Böyle işgününde evde ne işim var diye merak ederseniz, tatile çıktım. Eyooo, 15 işgünü. 2-3 gün İstanbul'da takılacağım. Spor, havuz falan. Sonra inşallah Antalya. Oradan da bildireceğim. (Artık kim okuyor yada merak ediyorsa?:) ama olsun)

Bu arada sabah yaptığım spor ve iki gündür yaşağıdım sindirim problemi sonrası tartı 86.0 kg gösterdi. Diyetteyim anlayacağınız. Bi ara onu da anlatırım. Şimdi havuza gitmem lazım. Hava süper. Görüşürüz :)
Devamını okumak için...

19 Temmuz 2006

19.07














Dünya Fenerbahçeliler Gününüz Kutlu olsun!
Devamını okumak için...

18 Temmuz 2006

Güncel Olaylar ve Yorumlar

Şu aralar haberlerden aklıma takılanlar ve naçizane yorumlarım;

1) Ösym bugün Öss sınav sonuçlarını açıklayacak.
Yıllardır milyonlarca kişiyi sınavdan geçirerek ve binlerce soru hazırlayarak bence işini en doğru dürüst yapan OYSM'nin bir soruyu iptal etmesi neredeyse sınavın açıklanacak olması kadar haber değeri taşıyor ve öne çıkarılıyor. Ayrıca her sınavdan sonra "şu soru yanlış, bu soruda hata var" diye ortaya çıkıyorlar. Düzgün iş yapan sevilmez bizde.

2) Lübnan iki İsrail askeri nedeniyle bombalanıyor. Filistin bir onbaşı nedeniyle onlarca kayıp veriyor. Bizim Güneydoğu'da şehit olan askerlerimiz (içimiz kan ağlıyor) daha da fazlalaşmaması için sınırötesi operasyon gündeme gelince büyük birader "hooop" diyor. "Onlara izin var size yok." Hangi stratejik ortalık?

3) Taşkesen Paşa telefonları dinlendiği için onuru ile istifa etti. Genelkurmay, Emniyet kendilerinin dinlemediklerini söyledi. Daha sonra Türk Telekom genel müdürü Paul Doany de kendilerinin dinlemediğini söyledi. Benim tuhafıma giden genel müdürün ismi oldu. Siz kime güvenirsiniz? Tekel olan haberleşmeyi özelleştirirseniz nasıl kontrol edersiniz?
Devamını okumak için...

16 Temmuz 2006

Guns n' Roses - 2


Konser öncesinde "Bi tek Axl kalmış. Bişiiye benzemez konser" diyen bi çok insan duydum. Ben '93 konseri ile karşılaştırmadım ve konserden ve GnR'dan da çok ama çok keyif aldım. Axl'ın sesi tamamen aynı ses. Ayrıca 44 yaşına rağmen aynı enerji mevcut ve sahnesi ile bunu seyircilere aktarabiliyor. Slash'in yokluğu gruptan bişiiler alıp götürmüş ama konserde Izzy Stradlin'in katılımı farklı bir tat kattı. Eski şarkılara herkes neredeyse kelimesi kelimesine eşlik etti. Yeni şarkılar da aynı tını var. "Chinese Democracy" alınır ve itinayla dinlenir. (Bi de piyasaya çıksa :) sanırım 4-5 yıldır kayıtlar devam ediyor.)

Normal de böyle bir konserin daha önce duyurulması gerekir diye düşünmüştüm. İşin aslını araştırınca; rolling stones'un gitaristi Keith Richards'a hem geçmiş olsun demek hem de teşekkür etmek gerektiğini öğrendim. Aslında 12 temmuz'da Guns n Roses Almanya Leipzig'de Rolling Stones'un öngrubu olarak sahneye çıkacaklarmış. Ancak Richards Fiji adalarında bir kaza geçirince Rolling Stones'un konseri iptal edilmiş. Bu nedenle de hızlı bir organizasyonla GnR İstanbul'a getirilmiş.

Çalınan parçalar aşağıdaki sıradaydı.

Konserin Setlist'i: Welcome To The Jungle, It's So Easy, Mr. Brownstone, Live And Let Die, Knockin' On Heaven's Door, Robin Gitar Solo, Sweet Child O' Mine, Richard Gitar Solo, Richard And Robin Gitar Düet , Dizzy Piano Solo, The Blues, Ron Gitar Solo (Don't Cry), You Could Be Mine, November Rain, Out Ta Get Me, Better, Think About You (Izzy Stradlin ile), Patience (Izzy Stradlin ile ), Nightrain (Izzy Stradlin ile)

Encores: Madagascar, Robin Gitar Solo, Paradise City (Izzy Stradlin ile)

Bir daha canlı dinlemek fırsatı olmaz herhalde. '93 konseri aklımdaydı; bu konser de aklımdan çıkmayacak (biralara rağmen :)). Bir keyifli yorum da ntvmsnbc.com dan.
Devamını okumak için...

14 Temmuz 2006

Konser

Can'ın hastalığı yüzünden Burcu'nun içine sinmedi can'ı bırakıp konsere gitmek. Konser günü öğlen doktor kontrolünden sonra karar verdiğimiz için beraber gidebileceğim kişi olarak Ali'yi buldum. Gerçi sınavı vardı ama sanırım pek şikayetçi olmadı.
Kuruçeşme arenaya motorlarla da ulaşılabiliyormuş. Üsküdar'dan motora binmek üzere yola çıktık. Üsküdar meydanını neredeyse tamamen kapatmışlar. İşi düşen arabayla gitmesin derim ben. Tam motora binerken Pelin Batu'yu gördük. "Kopmuş kız." ali'nin deyimiyle. İlginç kıyafet ve makyaj. Motora bindik ve çoğunluka 30 yaş üstü, hafif göbekli, saçları hafif dökülmüş amcalarla beraber kuruçeşmeye gittik. Bu arada benim de bu amcalardan biri olduğumu söylememe gerek yok herhalde. (vay be, neydik biz eskiden?) Motorda bira servisi başlamıştı.
Kuruçeşme Arena'yı beğendim. Bi tarafta deniz bi tarafta yeşil ve üzerinde bina olmayan tepe, arada da konser alanı. Denize yakın tarafta yerlere minderler atmışlar. Bira içip bişiiler yiyebilmek için ahşap masalar ve yüksek dayanma ve üzerine içki koyma yerleri yapmışlar. Tuvaletler portatif. Bizim bira aldığımız yerdeki sifon çok yavaştı. Bira alırken ihtiyarladık.
Ön grup olarak bir alman grup çıktı. Beraber gittiğimiz 5 alman arkadaş grubu tanımadılar. Biz bir yandan deniz kenarında yaz akşam üstüsünün keyfini biralarla çıkardık bir yandan da arka planda öngrubu dinledik. Motorda olduğu gibi emekli rocker'lar etrafı doldurmuştu. "Nasıl olsa bu adamlar bizi bekletir" diye düşünerek yerimize geç geçtik. Ayaktaki konser alanını iki bölüme ayırmışlar. 1.bölüm etrafında çite benzer bir ayırma yapmışlar köşelerindeki geçişlerden bileklikler kontrol edilerek girdik. Tam sahnenin ortasında ve 1.bölümün sonlarındaydık. Arkada olduğumuzdan herhalde kimseye dokunmadan konser dinleyebildik. Yaş ortalaması nedeniyle de herkes sakin sakin dinledi. Bir tek bizim grubumuz biraz etrafı rahatsız etti herhalde. Biranın etkisi olabilir çünkü altıncıdan sonra saymayı bıraktım.
Konserden sonra tekrar gayet rahat(lamış) bir şekilde vapurla üsküdar, oradan bostancı, orada yarım kokoreç çeyrek midye, yapıldı. Eve ulaşıldı. 3 saat uykuyla işe gitmek üzere yeni güne başlandı. (Hafta içi bööle şeyler yapmayalı uzun zaman olmuş; ayılmak zaman aldı.)
GnR ile ilgili yorumlar bir sonraki yazıda.

Devamını okumak için...

13 Temmuz 2006

Babam ve oğlum

Arşivden bir yazı..

Can Dündar "Kırmızı bisiklet" kitabında oğlu ile ilgili yazıları toplamıştı. Burada "babamın oğlu iken oğlumun babası oldum" diyordu. Babamın oğlu ve oğlumun babası olarak hayatta acaba kaç tane babalar günü kutlayabilirim? Umarım fazla olur.

İnsan kesinlikle kendi çocuğu olduktan sonra anne babasının değerini daha iyi anlıyor. Can'ım doğmadan önce bana da defalarca söylenmiş bu söz hiç bir şey ifade etmiyordu. Ama can'ımı ilk kez kucağıma aldıktan sonra hayatımdaki tüm değer yargıları yer değiştirdi. Anne babaların çocuklarına neden öyle baktıklarını anlıyor insan.

Bir diğer tespit de çocukların doğduktan sonra hergün anne babalarından uzaklaşmaları ve kendi başlarının çaresine bakabildikçe bağımlılıklarının azalmaları. Bunu da başka zaman yazarım.

Devamını okumak için...

12 Temmuz 2006

Guns n' Roses

Sanırım 1993 yılıydı. Aynı yaz hem Metallica hem de Guns n Roses Türkiye'ye gelmişlerdi. Her iki konserede gitme şansım oldu. İnönüdeki konserleri hala gayet net hatırlıyorum.

Guns n Roses'in "Use your Illusion" albümleri benim ingilizce hazırlık yıllarıma rastlıyor. Tüm şarkıların sözlerini ezberlemiştim. Hatta bazı kalıpları ödevlerde sınavlarda falan da kullanmıştım. Üzerimde emeği çoktur. :)

Bu akşam Kuruçesme Arena'da Guns n Roses'i tekrar izleyebileceğim. Gerçi eski gruptan sadece Axl Rose kalmış ama o da yeter. Bazı şarkılarda Izzy Stradlin de onlara eşlik ediyormuş. Yeni çıkaracakları albüm öncesi tekrar kendilerini hatırlatıyorlar. 2006 yılı konserlerinin listesine buradan ulaşabilirsiniz. Ayrıca grupla ilgili güncel bilgiler buradaki fan sitesinde mevcut ve sık sık güncelleniyor.

Bakalım aradan geçen yıllar Guns n Roses'dan neler götürmüş? Konser izlenimlerimi yarın ayılabilirsem yazmaya çalışırım.

Son olarak bundan önceki son üç konserlerinde çaldıkları parçalar (setlist) aşağıda. sanırım İstanbul'da da fazla bir değişiklik olmaz;

finlandiya setlisti :
1. welcome to the jungle
2. it's so easy
3. mr brownstone
4. live and let die
5. better
6. knockin' on heaven's door
7. robin solo [finlandia]
8. sweet child o' mine
9. jamming + dizzy piano solo
10. the blues
11. you could be mine
12. bumblefoot solo + don't cry
13. chinese democracy
14. november rain
15. band introductions + fortus solo
16. robin + richard - beautiful duet
17. out ta get me
18. my michelle [w/sebastian bach]
19. think about you [w/izzy]
20. patience [w/izzy]
21. nightrain [w/izzy]

encores
22. madagascar
23. i.r.s.
24. paradise city + robin intro [w/ izzy]

26.06.2006 isveç konseri setlist'i
welcome to the jungle
it's so easy
mr brownstone
jam
live and let die
(axl thanks stand-in drummer)
better
robin solo
sweet child o' mine
knocking on heavens door
band introduction jam
dizzy solo - s.o.s
the blues
jam
you could be mine
richard solo
beautiful
out ta get me
jam
november rain
jam
bumble solo
my michelle (bach yok )
madagascar
nightrain
encore 1:
chinese democracy
i.r.s
encore 2:
patience
jam with the crowd
robin solo
paradise city.

02.07.2006 hollanda konseri setlisti ;
welcome to the jungle
it's so easy
mr.brownstone
live and let die
better
robin guitar solo
sweet child o' mine
knockin on heavens door
dizzy piano solo
the blues
you could be mine
richard & robin solo (beautiful)
out ta get me
jam
november rain
bumblefoot solo (don't cry)
my michelle (w.izzy)
patience (w.izzy)
think about you (w.izzy)
nightrain (w.izzy)
robin 2nd solo
paradise city (w.izzy)
Devamını okumak için...

11 Temmuz 2006

Haftasonu

Alttaki post'ta yazdığım gibi geçen haftasonu benim doğum günümdü. Kolay değil, kabul etmesem de kadayıflığa bir adım daha yaklaştım. Merhaba orta yaşlar.

Cuma günü iş çıkışında spor yapayım dedim. Burcu da oraya gelecekti. Sonra dışarda bişiiler yaparız diye düşündük. Sonra herzamanki gibi yolda bin tane program değişti. En sonunda Burcu'nun hastanedeki arkadaşını ziyaret etmesi, benim (aslında bizim; can da benimle beraberdi) spordan sonra onlara katılmam konusunda anlaştık. Hastane çıkışında onları evlerine bıraktık. (Tekrar geçmiş olsun bu arada) Eve döndük. Ben tam uykuya dalmıştım ki, can'ın inanilmaz gürültülü nefes alışıyla uyanan burcu bana seslendi. Ben can'ın nefes borusuna bişii kaçtı zannettim. Nefes almakta zorlanıyor ve acaip sesler çıkarıyordu. Telaşla (giyinme ve ulaşım dahil) yaklaşık iki dakika içinde daha önce arkadaşlarımızı ziyaret ettiğimiz hastanede idik. Bööle rahat anlatıyorum ama herhalde burcu'nun ve benim ömrümden biraz azalmıştır.

Acildeki doktor ilk görüşte "krup" dedi ve inanılmaz sakin davrandılar. Adrenalinle beraber oksijen verdiler ve kortizon iğnesi yaptılar. Etkisini hemen gösterdi ve can normal nefes alıp vermeye başladı. Can'ı iğne konusunda ikna ettik ama ısrarla bacağından değil de kolundan yapılmasını istedi. Sakinleşip herşey yoluna girdiğinde eve dönük. Saat neredeyse 03 .00 olmuştu. O kadar adrenalini alan can sabah 07.00 da kalkmış. Ben uyandığımda koltuk minderlerini yere indirmiş. Onların üzerinden atlıyor ve etrafta durmadan koşturuyordu.

Standart haftasonu kurutemizlemelerini verdikten sonra parkta çok güzel bir kahvaltı ettik. Eve dönüp üstümüzü değiştirdik ve at binmek üzere yola çıktık. (Ben hep ata binmek derdim. Yanlışmış.) Polonezköy'ün ilersinde Cumhuriyet köyü geçince küçük bi binicilik tesisi var. Orada Cengiz hocadan ders alıyoruz. Albay emeklisi bir binici. İlginç insan. onunla ilgili detaylı yazmayı planlıyorum. Bizim binicilik ööle profesyonel falan değil. Eğlencesine ayda bir falan gidiyoruz. Zaten daha üç sefer gittik. Keyifli bişii ama. Bakalım maddi durumlar düzelirse (ve Burcu da izin verirse) pantolon ve çizme alınabilir.

Akşam doğumgünü yemeği için önce Palma D'oro yu düşündük. Ama benim canım can'ı kimseye bırakmak istemedi. Sonra beraberce caddedeki Kırıntı'ya gittik. Yaklaşık iki aydır yaptığım diyete doğumgünü vesilesi ile ara verip NewYork Steak ısmarladım. Yemeğin yarısında iken can'ın içtiği ikinci şurup midesini ve bizi masadan kaldırdı. Yemeğe devam edemeden kalktık ve eve gittik. Doğumgünü.
Pazar günü bütüngün evdeydik. Salonda koltuklarda uyukladık. Can'la beraber kartondan gemi maketi yaptık. Akşamüstüne doğru Zoti ve Shemsa geldiler. Can'ın isteği üzerine makete shemsa devam etti. Ben de Zoti ile uzun zamandır boşladığımız asli görevimize dönüp PlayStation oynadık. İtalya - Fransa. İtalya orada da galip gelmişti. Hatta bi maç penaltıya kalmıştı. Ama normal süre 2-2 idi. Aaaa bak şimdi yazarken hatırlıyorum. :) Sonra pizza yedik. Pizza olayını abartmışız. Bi pizzanın yarısı kaldı. Dün akşam spordan sonra soğuk soğuk yedim iki dilimini.
Pazar akşamı zoti ile shemsa gittikten sonra evde mayışa devam ettik. Can eğlensin diye "evde te başına"yı 15. kez seyretmeye koyulduk. Sonra Ali telefon edince final maçının saat 10.00 da değil de saat 09.00 da başladığını öğrendim. İlk yarısını kaçırmış şekilde maçın geri kalanını izledim. kanal1'e dayanamadığım için diğer kanallardan yorumları seyredip yattım.
Yani budur haftasonu olayımız. Yine haftasonu olsun yine yazıcam. Görüşürüz.

Devamını okumak için...

10 Temmuz 2006

Teamgeist ve Azzurri

Nihayet dünya kupası dün akşam sona erdi. Sanırım duruma en çok sevinen televizyon kumandalarına tekrar kavuşan bayanlar oldu.

Dünya kupaları 1970 yılından beri hep özel toplarla oynanıyor. Ne yazıkki 1930 yılında yapılan dünya kupasında böyle özel toplar yoktu. Arjantin ve Uruguay oynanacak top konusunda anlaşamayınca ilk yarı Arjantin takımının topuyla, ikinci yarı ise Uruguay takımının topu ile oynanmış. İlk yarı 2-1 Arjantin öndeyken ikinci yarı Uruguay durumu 2-4 yaparak kupayı kazanmış. Bu mantıkla Almanya'da yapılan turnuvada kullanılan Adidas marka Teamgeist topunun Almanya'yı şampiyon yapması gerekirdi :) Aslında benim tahminimden daha üst turlara çıktılar.

Teamgeist almanca "takım ruhu" demek. Kupa topunun bu isimde olması ve turnuva boyunca yıldız futbolcuların öne çıkmaması ve takım oynunu oynayan ekiplerin başarılı olması çok güzel bir tesadüf.

İtalyan milli takımları turnuvalarda gökmavisi formalar giyiyorlar. Gök mavisi italyancada "azzurro". Bu nedenle milli takımlarına "azzurri" diyorlar. Gökmavisi azzurri'ler finalde herzamanki gibi takım halinde iyi savuma yaptılar ve Fransa'ya firsat vermeden maçı penaltılara taşıdılar ve dünya şampiyonu oldular.

Maç sonu kutlamalar sırasında azzurri'ler saha içinde birbirlerine sarılıp oradan oraya koşarken futbolculardan biri elinde portatif bir sandalye ve makasla göründü. Diğerleri hemen etrafında hakla oldular. Sanırım uzun saçları olan ve turnuva boyunca ilginç bir şekilde saçlarını toplayan Mauro Camoranesi 'yi sandalyeye oturttular. Törenle halinden çok memnun olan Camoranesi'nin saçlarını kestiler. Bu sırada diğer azzurri'ler etraflarında hala dans ediyorlardı. İçlerinde ne bir yönetici ne de futbolcular dışında biri vardı. Resmini bulabilirsem buraya eklemek isterim.

"Evet" dedim kendi kendime "teamgeist" kazandı.
Devamını okumak için...

8 Temmuz 2006

İyi ki doğdum

İyki dooodum bee eeen. İyki dooodum bee eeen. İyki dooodum. İyki dooodum. İyki dooodum bee eeen.
Devamını okumak için...

6 Temmuz 2006

oğlum uyanmış

... salonda bilgisayar kucağımda başka bloglarda neler var diye dolaşıyordum. can'ımın odasından önce mırıldanmalar geldi. Kalkıp yanına gitmeye hazırlanırken pıt pıt pıt yürüyerek odasından çıkıp salona doğru geldi. Gözlerini kocaman açmaya çalışıyordu ama aslında hala uyuyordu. Açık gözlerle uyuma konusunda burcum'a çekmiş herhalde. :) sonra aynı şekilde, sessizce, ağlamadan, şikayet etmeden, bişii söylemeden kucağıma çıktı. Yattım. Göğsüme yattı. Kafasını birkaç kez çevirip omuzlarımdan omuz beğendi. Öksürdü bikaç kez. Bu sıcakta gene üşüttük galiba. Göz kapakları düştü. Nefesi tekrar derinleşti. Uyurken terlemiş. Mis kokulu....
Devamını okumak için...

5 Temmuz 2006

Tüketelim

Herşeyi hızlı ve çabuk tükettiğimizi düşünüyorduk. Herşey geçici idi. Bir süreliğine modaya uygun davran, dinle, giyin, git, yeterli idi. Mekanlar bile sadece sezonluk. Daha gitmeye fırsat bulamadan ya ismi değişmiş yada kapatmış oluyorlardı. Hiçbir şey kalıcı olamıyor ve yerleşik ve geleneksel hale gelemiyordu. Daha kötüsü ne olabilirdi?

Daha kötüsü; artık herşey tek kullanımlık. Bi sefer kullan at. Çoğu hizmette müşteri bir kere gelsin yeter anlayışı var. Kıyafetler tek seferlik. Belki tek kullanışlı uygulama çocuk bezi. :) Çocuk oyuncaklarında da durum kötü. Nasıl malettiklerini anlamadığım 1 ytl'ye çin kaynaklı oyuncaklar mevcut. Ya hiç çalışmıyorlar ya da bir sefer oynadıktan sonra bozuluyor. Tüm sesli-ışıklı oyuncaklarda aynı kişiliksiz melodi. Bi kere oyna at. Nasılsa bir diğeri hemen alınabilir. (Dikkat bozulanın aynısı değil.) Ne kadar çok çeşit o kadar iyi. Çocuklar daha ilk yaşlardan tüketmeye formatlanıyorlar. Biz, yani seksen öncesi çocukluğumuzu yaşamış olanlar, herhalde bu değişime en fazla şahit olanlarız. Bu nedenle seksenler'de olduğu gibi hatırlatmaları çok seviyoruz.

Bu konu nereden mi aklıma geldi? Birincisi derinsular'ın yazısında yorumladığı ve bilgi verdiği "The Million Dolar Homepage" oldu. "...., herhangi bir internet gezginiyle açtığınız bir internet sayfasında aşağı yukarı 1 milyon piksel olduğundan hareketle, bu pixellerin her birine bir dolarlık reklam almayı başarması durumunda 1.000.000 Amerikan doları kazanacağını düşünmüş ve böyle bir sayfa hazırlamış. 100 dolarlık bir değere karşılık gelen 10x10 piksel ebadındaki kareler bazında da sayfasına reklam almaya başlamış." Böyle bir siteye en fazla meraktan bir kez girilir, incelenir, (bekli blog'da konu edilir:)) ve sonra unutulur. Siz tekrar tekrar görmek ister misiniz? Yada dolmakalem'de yer aldığı gibi aynı mantıkla hazırlanmış 500words.com. Pixel'in yerini kelimeler almış. Büyük ihtimalle yakın zaman da benzeri onlarca site olacak. Bir kereden fazla görmek ister misiniz?

Tek seferlik kullanımları nasıl abartabiliriz? Kullan at araba? ev? iş? çocuk?

Peki sıra bize geldiğinde? Kim bizi bir seferlik kullanıp atacak?
Devamını okumak için...

Brezilya'dan sonra Almanya

Ortalıkta bu kadar çok dünya kupası geyiği varken bizim de katılmamamız olmazdı. Neredeyse her Türk vatandaşı gibi benim de kupa öncesi favorim Brezilya idi. Sonra maçlar gösterdi ki Brezilya oynadığı veya oynamadığı futbolla sadece büyük bir hayal kırıklığı yarattı. İkinci favorim gruplardan çıkacaklarına şans tanımasam da Almanya'ydı. (Maaşımızı bir alman şirketinden alıyor olmamızın ve yöneticimizin alman olmasının konuyla yakından uzaktan alakası yoktur.) Ev sahibi çok istekli ve hırslı oyunla (bu isteğe hakemlerinki de dahil) yarı finale kadar geldi. Beklentim Brezilya-Almanya finali idi. Konuya bir de sponsorların gözüyle bakalım.

Elemeler bu şekilde oldu.


Bir de bu tabloyu sponsorlar açısından değerledirirsek;

Takımların yerleşimlerinin kura ile belirlenmiş olmasına inanmak zor değil mi? Bence planlanan Adidas - Nike finali idi. Onlarca milyon dolarların konuşulduğu sponsorluk dünyasında böyle bir finali ayarlamak zor olmasa gerek. Genelde Afrika takımlarını destekleyen Puma İtalya ile sürpriz yaptı. Puma şampiyonada 12 takımla en fazla sponsorluk yapan marka idi. İçlerinden sadece biri, İtalya, üst turlara çıkabildi. Sponsoruk bedelleri bilinmese bile toplamda sadece 6 takımı destekleyen Adidas'tan daha az para harcamış oldukları kesin. Hangi markaların hangi takımlar ile çalıştığını buradan öğrenebilirsiniz.

Sponsorluk ve reklam ilişkisinin ulaştığı bir uç nokta da bisiklet. Bisikletçiler mayolarındaki reklamların televizyon yayınlarında kaç saniye (yada salise) göründüğüne göre para alıyorlarmış ( Rivayet). Ben de hep yarışı kazandıkları için sevinçlerinden ellerini kaldırıyorlar diye düşünüyorum.

Son olarak; Tiger Woods Nike sponsorluğunda golf oynuyor. Sponsorların önemini o da kavramış.


Devamını okumak için...

4 Temmuz 2006

Kayısı


"...Aspozan bağlarında kırmızı, sarı, müşmüş, beyaz, bey, sulu ve etli adları ile yedi çeşit sulu kayısı olur ki, bağdan şehre seleler ile güçlükle getirilir. Biraz incinse suyu kalmaz. Her bir kayısı kırk-elli dirhem gelir. Zerdalisinin hesabını Allah bilir. Çokluğundan pestil yapılıp diyar diyar yüklerle taşınır...." Evliya Çelebi, Seyahatname

Hafta sonu bahçedeki ağaçtan kayısı topladık. Toplarken, yani kayısıları dallarından koparırken farkettim ki olmuş ve tamamen sararmış-kızarmış kayısılar daha elime alıralmaz neredeyse kendilerini daldan aşağı bırakıyorlardı. Benim sadece tutmam yeterli oluyordu. Dalından koparmaya uğraştığım, henüz tam olmamışlar ve hala biraz yeşil olanlar ise ısrarla dallara tutunuyorlardı. Ne var bunda diyebilirsiniz. Ben kendimce herhangi birşeye hazır olmakla ilgili ders çıkardım.
Telaşlı ve sürekli birşeyler yapmaya çalışan bir insan olarak bilinçli bir şekilde tempomu düşürmeye çalışıyorum. Belki de yaşın etkisi. Kendime ve etrafıma daha fazla dikkat etmeye çalışıyorum. Kayısı toplarken çıkarttığım ders ise "hazır olana kadar bekle!" oldu.
Topladığımız yaklaşık 5 kg kayısıya ne mi oldu? Yine kendimi tutamadım ve herhade iki kilosunu yedim. :)
Bu arada ilgilenen olursa kayısı ile ilgili bilgiler buradan ve buradan edinilebilir.
Devamını okumak için...

3 Temmuz 2006

KremALİ Nazik

"çatlak patlak, yusyuvarlak, kremALİ börek, sütlü çörek, çek dostum çek, arabanı burdan çek!"

Son kısmını ben farklı hatırlıyordum ama bu son halini can'ım çocukevinden (kendi deyimi) öğrenmiş. Hafta sonu anaane, dede, dayı, anne, baba, can hepberaber mangal sofrasında "çatlak patlak" oynadık. Sofrada herkes ellerini birbirinin üzerine koymuş can'ın komutlarını bekliyordu. "kremalı" kelimesi can'a zor gelmiş olacak ki yada sadece bilmediğinden tüm oyunu "kremali" şeklinde oynadık. Bu arada Ali dayımız olur. Kendisini hafta sonu doğum günü vardı. Hepberaber kutlayalım diye yazlığa gittik ama kutlama tüm Marmara ve Ege bölgesini saran karanlığa kurban gitti. Ayda yılda can'ı bırakıp bi akşam dışarı çıkacaktık; kader tüm çevrenin elektriğini keserek güzel yüzünü bize gösterdi.

"Ali" temalı hafta sonumuza bir tat olarak deniz otobüsünde (hızlı feribot da olabilir. Ama arabalar açıkta duruyor) dergide tarifini okuduğum "Ali Nazik"i de katalım dedik. Cumartesi akşamı karanlığa gömülenler arasında patlıcanlar da vardı. Haliyle bizim közleme işi pazara kaldı. İstediğim her tuhaf şeyde sonuna kadar destek veren ve eşime kulis yapan kayınvalidem sayesinde patlıcanlar közlendi; üstlerine çizik atıldı ve içleri kaşık ile alınarak limonlu suya kondu (Kararmasın diye). Sarımsaklar ayıklandı ve yoğurtla karıştırıldı. İsot ve biraz domatesle kıymalar kavruldu. Arada ufak bi trafik kazasına müdahale edildi. Tampon incelendi. Rapor tutturuldu. Bu sefer Ali'nin gerçekten hiç suçu yoktu. Konunun yemek tarifiyle alakası da yoktu. Eve dönüldü ve kıyma kavrulmaya devam edildi. Yoğurt ve patlıcanlar iyice ezildi ve karıştırıldı. Üzerine kavrulmuş kıyma ile servis yapıldı. Aceleyle yenildi. Biraz tuzsuz olmuştu. Ali, Tolga ve benim dışımda kimse yemedi. Şimdi yazarken farkına varıyorum. Benim ahçılığıma güven sonsuz.

Bir de ağaçtan kayısı toplayıp yedik. Onu da bir sonraki yazıda anlatacağım.
Devamını okumak için...

30 Haziran 2006

Tekrar

İlk posttan sonra uzun süre şu blog alemini izledim. Neler yazabileceğimi düşündüm. Okunur mu okunmaz mı merak ettim. En sonunda yazmaya karar verdim. Herhalde benimki günlük falan gibi birşey olmayacak. Başlıkta söylediğim gibi bana ilginç gelen şeyleri ve aklımdan geçenleri aktarmaya çalışacağım. Zaten ilk posta yorum yazanların dışında kimsenin okuyacağını da tahmin etmiyorum. Kendim için yazacağım anlayacağınız.

Beni tanıyanlara zaten defalarca anlattığım şeyler var. Onları da burada tekrar yazı haline getirmeyi planlıyorum. Dediğim gibi ilk posta yorum yazanlar bunları defalarca benden dinlediler. Umarım onlar için de ilginç gelebilecek birşeyler yazarım.

Bu sefer bir önceki kadar uzun ara vermeyeceğim. Tekrar merhaba
Devamını okumak için...